Ana içeriğe atla

Dünya Kapasitesini Doldurursak...

 Dünya Kapasitesini Doldurursak...

Hayal edin; M.Ö 10.000 yılı. Güneş henüz yeni doğuyor. Uyanıyorsun ve avlanmak için mızrağını keskinleştirmeye başlıyorsun. Biraz temiz su ve biraz kurutulmuş et yedikten sonra meyve toplamak için yola koyuluyorsun. Yaşam alanını daha güvenli hale getirmek için çevreye çitler ve tuzaklar kuruyorsun. Akşam vakti mağranın önünde yaktığın ateşin üstünde o günki avının pişmesini seyrediyorsun. Yemeği yerken kış yaklaştığı için güneye göç etme planları yapıyorsun. Aynı zamanda gün içerisinde edindiğin tecrübeleri gelecek nesillere aktarabilmek için, duvarlara bir şeyler karalıyorsun. Yorucu bir günün ardından mağaradaki köşene çekiliyor ve uykuya dalıyorsun.

Bu anlattığım hikaye muhtemelen yaşanmış bir olaydır. Peki o günün mağara adamıyla bu günün modern insanlığını kıyasladığınızda sizce hangisi daha mutlu? Teknoloji bu gün daha fazla geliştiyse daha mutlu olmamız gerekmez mi? Paketlenmiş etlerimizi güvenle marketlerden alabiliyoruz. Meyve toplamaya ve suyunu sıkmaya uğraşmadan istediğimiz meyvenin suyunu marketlerden toplayabiliyoruz. Her yerden temiz su bulabiliyoruz. Haberleşmek için metal cihazlarımız var. Hastalıklar ve tedaviler hakkında daha çok bilgiye sahibiz. O zaman şimdi daha mı mutluyuz?

O kadar geriden gelmeye gerek yok sanırım. Bize yakın olan tarihlere bakalım. Büyüklerden sürekli eski zamanların daha güzel olduğunu, daha iyi ve daha güvenli bir dünya olduğunu duyarım. Muhtemelen onlar da kendi büyüklerinden bunu duyarlardı. 2017 de Warwick üniversitesinde Social Market Foundation ve Center for Competitive Advantage in the Global Economy tarafından yapılan bir araştırmaya göre 1957 yılında insanların yaşam sürelerinin daha düşük olması, Gayri Safi Yurt İçi Hasıla’nın daha düşük olması, haftalık çalışma saatlerinin daha çok olması ve halkın yarıdan daha azının bir televizyona sahip olmasına rağmen İngiliz halkının mutluluk seviyesi bir daha ulaşılamayacak seviyedeydi.

Biraz daha kapsamlı bir araştırma yapmak üzerine düşündüler ve bulunduğu dönemi yansıtan kitapları incelemeye karar verdiler. Tam 200 yıl önce yazılan kitaplardan 2017 ye kadar yazılmış sekiz milyon kitabı Google books aracılığıyla bilgisayar ortamına aktardılar. Tabii ki bu kadar kitabı incelemek, insan gücüyle imkansızdı. Google books sayesinde yüz milyarlarca kelime gözden geçirildi. Yüksek valanslı kelimelere daha çok odaklandılar. Bu arada Valans terimi, bir kelimenin  içerdiği duyguyu belirtmek için kullanılır. Yüksek valanslı kelimeler olumlu duygular içerirken düşük valanslı kelimeler olumsuz duygular içerir.

Sonuç olarak araştırmacılar uzun vadede ekonomik büyüme ile insan mutluluğu arasında bir bağ bulamadılar.

Benzer şekilde insanların birbirine olan güven duyguları da azalıyor. İnsanların birbirine olan güveni 1970 lerden bu yana istikrarlı bir şekilde düşüyor. Chicago Üniversitesi’nde bağımsız sosyal araştırma kuruluşlarından biri olan NORC’ a göre 1972 de insanların %48 i birbirlerine güvendiğini söylerken 2014te bu rakam %32ye düştü.

Hükumete,medyaya, satıcılara ve birbirimize artık daha az güveniyoruz. Fakat küçük topluluklarda yaşayan insanlar, büyük şehirlerde yaşayan insanlara kıyasla birbirlerine daha çok güveniyorlar. Bizim bu mutluluk seviyemizi ve güven duygumuzu düşüren etken ne olabilir?

Aslında bu videoyu geçen gün internetten okuduğum bir haberle bağdaştıracaktım fakat haberi doğrulayacak yabancı bir kaynak bulamadığım için doğruluğundan şüphe duydum. Haber şöyleydi: Sputnik 1 uzay aracıyla uzaya fırlatılan altın plağın, dünya için bir son olabileceğini söyleyen nasada çalışan bir astronottan bahsediyordu.

Bilmeyenleriniz varsa biraz bahsedeyim. Nasa 1977 de uzaya altın bir plak gönderdi. Amaçları da dünya dışı varlıkların ya da gelecekteki insanların bu plağı bulurlarsa, geçmişte Dünyadaki hayatı ve kültürel çeşitliliği anlatan seçilmiş sesler ve görsellerle bunu anlamalarını sağlamaktı.

Benim gördüğüm haberde bunu yaptıkları için pişman olan bir nasa çalışanının röportajından bahsediyordu. Çünkü dünya ve insan hakkında çok fazla bilgi barındırıyor ve bu gerçekten dünya için bir tehdit olabilir.

Bu ropörtajın yapıldığı belgeseli de bulamadım internette başka açıklamalara da rastlamadım. Ama düşünsenize harika bir roman içeriği olmaz mı? Zamanında Stephen Hawking,  Dünya dışı varlıklardan bahsederek şöyle bir uyarıda bulunmuştu:  İleri düzey bir medeniyetle karşılaşmak, Kızılderililer’in Kristof Kolomb’la karşılaşmasına benzeyebilir.

Belki de bu altın plak, kendilerine yeni kaynaklar ve köleler arayan gelişmiş yaşam formları tarafından bulunacak ve Dünyamızda bize karşı savaş başlatacaklar. Ancak şöyle de düşünülebilir, belki bundan yıllar sonra dünyanın yörüngesinde bir altın plak bulunur. Bu plakta dünya dışı varlıklara dair bir çok bilgi açığa çıkarılır. Ve yeni kaynaklar bulmak için o gezegeni ele geçirme planları yapabiliriz. Neden olmasın kalp kalbe karşı derler. Hayal gücünüz biraz olsun çalıştıysa ona engel olmak yerine düşüncelerinizi yorumlarda  paylaşabilirsiniz.

Şimdi sizi soktuğum bu uzay boşluğu ve dünyanın sonu komplo teorilerinden çekip alarak eski konumuza geri döndüreyim. Küçük topluluklar gerçekten daha mı mutlu?

Aslında mutluluk tanımlanması en zor kelimelerden biridir. Güçlü bir insan mutludur ya da zengin bir insan mutludur diyemeyiz. Felsefede de aynı şekilde mutluluğun net bir tanımı yoktur. Aristoya göre mutluluk tüm insanların yüksek arzusu ve hedefidir. Neitzsche’ye göre huzurlu ve endişesiz yaşamak.

İşin felsefi boyutunu bir kenara bırakarak size bir deneyden bahsetmek istiyorum. John Calhoun’un Universe 25 deneyi.

Fareler üzerinde yapılan bu deneyin amacı nüfusun aşırı artışı sonucunda oluşabilecek olası felaketleri gözlemlemekti. Araştırmacılar deney için dış dünyaya kapalı bir fare ütopyası oluşturdular. Farelerin yemek su ve üreme dertleri yoktu. Bu dünyada kısıtlı olan tek şey yaşam alanıydı. Bu fare dünyası yaklaşık 3000 fareye ev sahipliği yapabilecek kapasitedeydi.

Farelerin bu dünyasına başlangıçta dört dişi ve dört erkek fare konuldu.  Sıcaklık sabitlendi, yiyecek ve suları eksik edilmedi. Bu farelerin ise yapacak tek işleri vardı. Üremek. İlk 104 gün boyunca fareler ortama alışmaya çalıştılar. Bu dönem ilk evre olarak adlandırılıyor ve fareler kendi alanlarını seçip yuvalarını düzenliyor. İlk evre’nin arıdından patlama evresi denilen yeni evre başlıyor. Her iki ayda bir nüfus 2 kat yükseliyor. Bir yıl bitmeden fare nüfusu 600 ün üzerine yükseliyor. Fareler arasında hafiften bir huzursuzluk baş göstermeye başlıyor. Sebebi ise kalabalık. Yeni doğan fareler kalabalık nüfusun içerisinde dünyaya geliyorlar. Bu döneme duraklama evresi deniyor. Fareler arasında oluşan sosyal bağlar yavaş yavaş kırılmaya başlıyor. Kalabalıktan ötürü toplum içinde kendine yer bulamayan  erkek fareler yuvalarını korumaktan vaz geçiyor. Daha zayıf gördükleri farelere saldırmaya başlıyorlar ve zayıf olanlar da kendilerinden daha zayıf farelere saldırıyor. Bu erkek fareler cinsiyet fark etmeksizin diğer farelere tecavüz etmeye başlıyorlar.

Dişi fareler yavrularını korumaktan vaz geçiyorlar hatta yavrularını yemeye başlıyorlar. Az sayıda fare kendilerini yukarı odaya çekip bu fare dünyasına tepkisiz bir şekilde yaşamya başlıyorlar. Hatta kimileri dış dünyadan iletişimini kesmek istermişçesine odasının kapısını kapatmaya çalışıyor. Deney sahibi bu farelere Güzeller adını veriyor. Çünkü tek yaptıkları yemek yemek, uyumak ve tüylerini temizlemek. Kesinlikle çiftleşmiyor ve savaşmıyorlar. Tüm bu vahşetten uzak kalıp toplumdan etkilenmezken, toplumu ilerletmek adına da hiçbir şey yapmıyorlar. Fareler yaşıyorlar ama farelik hakkında içlerinde hiçbir şey kalmıyor. Fareler burda insanlara çok benziyor. Herhangi bir avlanma korkusu veya yiyecek sıkıntısı olmadığından fare kimliklerini kaybetmişler. Hiçbir sosyal rolleri de olmadığı için sade en temel ihtiyaçları olan yeme ve uyumayı gerçekleştiriyorlardı.

Nüfusun zirve noktası olan 2200 fareye yaklaşık bir buçuk yıl sonucunda ulaşılıyor. Artık nüfus düşüşü başlıyor ve iki yıl kadar sonra nüfus 100lere düşüyor. Buna ölüm evresi adı veriliyor. Kalan fareler aslında baştaki şartlarla aynı koşullarda yaşasalar bile yeni doğumlar olmuyor ve hayatta kalma iç güdülerini yitirdikleri için son dişi farenin ölümüyle deney sona eriyor.

Calhoun, bu deneyi bitirmeden önce güzeller adını verdiği fareleri yeni bir yaşam alanına aktarıyor. Henüz Yer sıkıntısının olmadığı, yepyeni bir fare dünyasına. Farelerin tekrar eski hallerine dönecekleri ve üremeye başlayacakları beklenirken ilginç bir sonuç ortaya çıkıyor. Fareler birbirleriyle hiçbir sosyal etkileşime girmiyor ve üremiyor. Sonundaysa yaşlanarak bir bir ölüyorlar.

1972 yılında Calhoun’un bu deneyi makale olarak paylaşıldı. Bu çalışma aşırı nüfuslu ve aşırı doymuş bir toplumun sonuçlarına dair acımasız bir bakış açısı öne sürdüğü için fazlasıyla ün kazandı. Bu deneyin sonucuysa bize aşırı kalabalık olan etkileşimlerde davranışta oluşabilecek çöküşü gösteriyor. İsmine de davranışsal çöküş adı verilmiş.

Evet fare değiliz, insanız. Bu deney toplumun geleceği hakkında karanlık ve ürkütücü sonuçlar düşündürse de insan, aklı ve düşüncesiyle hareket ettiği için fare toplumuna benzer benzer bir sonumuz olacağını düşünmüyorum.  Ancak nüfus içerisinde kendimize bir rol bulamazsak davranışsal çöküş evresine girer ve giderek amaçsız yaşayan bir kitle haline geliriz. Benzer olarak mesela Sokakta adam geliyo ve sana sataşıyor laf atıyor. Bu canlının toplumda bir rolü olmadığı için patlama evresinin son dönemlerindeki saldırganlık yönü öne çıkmış.

Davranışsal çöküşten kurtulmakta oldukça zor görünüyor. Deneyin sonunda Calhon’un güzeller adını verdiği fareleri başka ortama koyduğunda farelerin eski hallerine dönmeden yaşlanarak ölmeyi beklemeleri bunu kanıtlıyor.

Canlı, yaşamak için hayata tutunmanın farklı yönlerini düşünür. Kendisine yer bulamadığı topluluktan zıt bir çizgide ilerler. Sapkın düşünceler daha cazip gelir. Çünkü hayati unsurlar artık eskisi kadar önemli değildir.

Bu dünyada yer kalmadığını düşünün. Dünya da artık olması gerekenden çok çok daha fazla insan olduğunu. İnsanların savaştığını ve neslin yok olmaya doğru ilerlediğini.

 

 Aynı zamanda bu durumlardan izole olarak yetiştirilmiş gelecek nesli yetiştirecek insanlığın başka bir gezegene gittiğini. Ve o gezegende güneşin henüz yeni doğduğunu. Güneşin doğuşuyla biraz temiz su ve sebze yiyerek güne başladığını. Yaşam alanını nasıl daha iyi hale getirebileceğini düşündüğünü. Uzayda ateş yaktığını yemek pişirdiğini ve kendi yetiştirdiği bitkilerden sebzeler topladığını.  Aynı zamanda tecrübelerini unutmamak için notlar aldığını ve bu yorucu günün ardından kapsüldeki köşesine çekilip uykuya daldığını.

 

 


KAYNAKLAR

https://warwick.ac.uk/newsandevents/pressreleases/victorians_were_147happier148/ -> warwick üni araştırma belgeleri

https://tr.sputniknews.com/yasam/201708161029718449-40-yil-uzay-dunya-harita-felaket/ -> sputniki uzaya gönderdiğimize pişmanız haberi 

https://www.psychologytoday.com/us/blog/anxiety-files/201610/the-decline-trust -> insanların birbirlerine duydukları güven yüzde oranı

https://t24.com.tr/haber/uzaylilara-dunyanin-yerini-belli-ettik-pismaniz,420227 -> uzaylılara altın plak gönderdik, pişmanız

https://www.dictionary.com/browse/valence -> valans kelime anlamı

https://www.youtube.com/watch?v=0Z760XNy4VM&feature=youtu.be -> universe 25 deneyi


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

SEWOL FACİASI

     16 Nisan 2014 saat 07:30 Güney Kore’de Sewol feribotu ağırlıkta lise öğrencileriyle beraber toplamda 476 kişiyi taşıyordu. Üçüncü kaptan Park Han-kyul ve  dümenci  yani ikinci kaptan Cho Joon-ki dümendeydi. Geminin Maenggol Kanalı'na  girmesine yaklaşık 4 km kalmıştı. Saat 08:20 Üçüncü kaptan,   ikinci kaptana direksiyon sisteminin otomatik pilottan manuel direksiyona geçirmesini söyledi. Çünkü Maenggol Kanalı, bir gemiyi içinden geçirirken aşırı dikkatli olmayı gerektiren güçlü sualtı akıntılarına sahipti. Olay anında koşullar sakindi ve Sewol sıklıkla kullanılan bir rotayı izliyordu. Kanalın farklı bölgeleri sığ suları gibi tehlikelerle doluyken feribotun yolunda şimdilik böyle zorluklar yoktu. Kimilerine göre   ikinci kaptan bu yolu aşmak için yeterinde iyi ve deneyim sahibi değildi. Ancak Kore deniz güvenliği mahkemesi’nin soruşturma raporlarına göre aynı kaptanın farklı gemide birden çok kez bu kanaldan geçtiği belirtiliyordu. Peki gemi kanala yaklaştığı zaman, ik

Süpersonik ses dalgalarıyla orman yangınları sondürülebilir mi?

Ateş pek çok kültürde kutsal sayılır; ışığının beden, ısısının ise ruhu olduğu düşünülürdü. Kimi uygarlıklar ateşe tapındılar. Zerdüştler ateşe, aydınlığa bakılarak ibadet ederler. Çünkü aydınlığın Tanrıları Ahura Mazda’nın fiziksel temsili olduğuna inanırlar. Ortodokslar kutsal Cumartesi günü Kudüs’teki Yeniden Diriliş kilisesinde mucizevi şekilde beliren bir aleve tanık olmak için toplanır. Baharın gelişinde Nevruz ateşi yakılır ve üstünden atlanır. Peki bu ateş nasıl oluşur? Ateşin oluşması için yanabilen bir maddenin tutuşma sıcaklığında oksijen ile temas etmesi gerekir. Yakıt ve oksijen sürekli temas halindeyse yanma sürekli olur. Alevin sönmesi de oksijenin ya da yakıtın yok edilmesi veya sıcaklığın düşürülmesi ile mümkündür. Bir orman yangınının sönmesi için birkaç yöntemimiz vardır. Bunlardan birisi yakıtın tükenmesini beklemektir. Yani tüm orman yok olduğunda yangın sönecektir. Başka bir yöntem ateşin hava ile temasını kesmektir. Bunu da ateşin üzerine su dökerek yapabil

NASA Okyanusları Keşfetmeyi Neden Bıraktı? | Eski haritalardaki canavarlar

     Dünyamızın yüzde 70’i sularla kaplıdır. Kalan %30 luk kısmın yaklaşık %30’u çöl %11’i buz %24’ü ise dağlıktır. Bu durumda insanların Dünya üzerinde normal şartlarda yerleşebileceği yaklaşık %10 alan vardır. Antarktika hariç Dünya’nın neredeyse tüm kıta yüzeyi araştırılmış olsa da okyanuslarımızın sadece %5 lik kısmı keşfedildi ve haritalandı. Bu da demek oluyor ki okyanusların %95i tamamen bilinmezlikten ibaret. Bilinmeyen şeyler genellikle ilgi çekicidir. Çünkü bilinmeyen boşluğu doldurmak insanın hayaline kalmıştır. Okyanusların bu bilinmeyen boşluğunda dans eden deniz kızlarını da hayal edebilirsiniz, devasa bir canavar balina da hayal edebilirsiniz. Büyük keşifler çağı olarak bilinen 1500 lü yıllarda denizciler bilinmeyen sulara yelken açıyorlardı. Bu uçsuz bucaksız sulara yelken açmak o dönemler için cesaret isteyen bir işti. Çünkü bu günkü gibi iletişim imkanlarının olmaması bir yana okyanusların derinliklerinde yaşayan bir canavarla karşılaşabileceklerini düşünürlerdi