Ana içeriğe atla

At neden L şeklinde gider

 

 


Satranç oyunu aslında bir savaştır. İçinde kan olmayan zihinsel bir savaştır. Belki de kazananı olan tek savaştır diyebilirim. Zaten ortaya çıkma hikayesi de savaşmayı çok seven bir Krala dayanıyor.

Bundan yıllar yıllar önce Hindistan’da savaş yapmaya doymayan bir kral yaşarmış. Bu kral her seferinde yeni bir savaş stratejisi denediği farklı ülkelere saldırırmış. Savaşacak bir durum var ya da yok bakmaz, bir şekilde savaş çıkarırmış. E haliyle halk bu kraldan bıkmış. İsyan çıkaralım demişler olmamış. Sonra akıllarına Hindistan’ın en bilge adamına danışmak gelmiş. Yanına gitmişler ve Ey alim bilge, bizi bu zalim kralın zulmünden kurtar demişler. Bilge adam bir müddet zaman istemiş.

Aradan geçen birkaç gün sonra bilge adam elindeki kutuyla kralın kapısına gitmiş. Herkes merakla çevresine toplanmış. Kral kutuyu almış, kapağı açmış ve içinden...

...bugün satranç olarak bildiğimiz bu oyun çıkmış. Bilge adam oyunu anlatmış, kral oyunu o kadar sevmiş ki bir daha asla savaşmamış. Halkta bu sayede savaş belasından kurtularak huzura kavuşmuş.

Hikayenin sonunda da kral dile benden ne dilersen demiş bilge adam da satranç tahtası üzerindeki her bir kare için bir öncekinin iki katı kadar buğday istediğini söylemiş falan böyle devam eden bir hikayesi var. Konumuzun dışında olduğu için anlatmaya gerek duymadım.

Satranç taşlarının yapabildikleri belirli hareketleri vardır. Aslında bu hareketlere göre de anlamları vardır diyebiliriz. Örneğin fil çapraz yönde hareket eder. E peki bunun fil ile alakası ne? Taşların isimleri ülkelere göre değişiklik gösteriyor. Bunun nedeni iste Orta Çağ avrupasının satrancı, Müslümanlardan sonra tanımasına dayanıyor. Satranç o zamanlar İslam kültürünün bir parçası olarak görüldüğünden oyunu oynayanlar 1061 senesinde afaroz edilmişler. Bundan dolayı 1475 yılından itibaren taşların şekli değiştirilmiş; vezirin yerine kraliçe, fillerin yerine papazlar, atların yerine ise şovalyeler kullanılmıştır. Hindistanda ise fillere “savaş arabası” deniliyor. Eğer fili bir savaş arabası olarak düşünürsek, bu taşı kullanarak düşman hatlarını çapraz olarak daha kısa bir rota ile kesebileceğimiz mantığı aklımıza yatabilir. Bu da biraz anlam aramak için anlam bulmak gibi olur. Yani istersen her taştan bir anlam çıkarabilirsin ama ben taşların isimleri ile olan alakaları hakkında pek bir şey bulamadım.

Bulabildiğim tek şey Eski Kastilya kralı olan X. Alfonso’nun Libro de los juegos adlı kitabında taşlar anlatılırken on altı taştan sekizinin daha küçük olduğu, çünkü bu küçük olan parçaların orduya giden askerleri temsil ettiğinin yazılması. (SY15)

Ama ille de her taşın altından bir anlam çıkarmamız gerekiyorsa satranç taşlarını insanlara benzetirim.

Kimileri bir vezir gibi sağa sola her yere ulaşır, kimileri de bir piyon gibi yavaş ama emin adımlarla ilerler. Ama bir vezirin doğru hamlelerle bir piyona yem edilebileceği gibi bir piyon da doğru hamlelerle vezire dönüşebilir. Oyunda taşlar düz bir doğrultuda hareket eder.  Ancak  hepsinden farklı olan sadece bir tane taş vardır. L şeklinde ilerleyen bir taş. Bir şovalye, bir at.

Tüm taşlar bir doğru üzerinde ilerlerken, bu at neden L şeklinde ilerliyor? Satranç oyununda olduğumuzu düşünelim. Bir atımız var ve hamle sırası bizde. Bu atı oynatabileceğimiz tam sekiz adet bölgemiz bulunuyor. Nerelere hamle yapabileceğimize biraz dikkatli bakarsak, atın aslında kendi çevresinde oluşturduğu yarım çember üzerinde hareket edebildiğini görüyoruz.

At ve yarım çember, aklınıza bir şey getirdi mi? Türk savaş stratejisi olan Hilal taktiği gibi değil mi? Orta Çağ döneminde halk kadar hükumdarların da sıklıkla bu oyunu oynadığı bilinir. Oyun nitelik olarak strateji oyunu olduğundan Orta çağ dönemi ve daha sonrasında da hükumdarların savaş hazırlığı ve taktik geliştirme egzersizi olarak oynadıkları bilinir.

Peki bir satranç robotunun isminin Türk olduğunu biliyor muydunuz? Karşısına oturan gerçek bir insana karşı oynaması için geliştirildi. Zamanında Napolyon Bonapart ve Benjamin Franklin gibi önde gelen insanları yenerek ününe ün kattı. İnsan gibi hareket eden bu robotun adı her ne kadar Türk olsa da yapan kişi Türk değil. Bir Macar. Ancak makineye bakınca neden Türk dendiğini anlamak hiçte zor değil.

Çok uzun bir süre boyunca kimse bu makinenin nasıl çalıştığını ve herkesi nasıl yendiğini anlayamamış. Ama sonra gerçek ortaya çıkmış ve bu makinenin kandırmaca olduğu anlaşılmış. Aslında makinenin içerisinde oturan kişi onu yönlendiriyormuş.

Bu yalandan makineye yenilmiş olan Benjamin Franklin “Hayat satranç gibidir.” Demiştir.

Mevlana da benzer şekilde “Hayatı, ciddiye alınarak oynanması gereken bir satranç oyununa” benzetmiştir. Aslında düşünürsek hayat gerçekten de satranç gibidir. Ne zaman biteceği bilinmez tıpkı bir ömür gibi. Yaptığın her hamlenin bir sonucu vardır. İyi ya da kötü o sonuca katlanırsın. O sonuca göre başarır ya da kaybedersin. Ya şah olursun ya da MAT.

 

KAYNAKÇA

https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1741672

https://www.aksehirpostasi.com/yazarlar/ceyda-cakir/satrancin-ortaya-cikisi/1989/#:~:text=M%C3%BCthi%C5%9F%20bir%20zekan%C4%B1n%20%C3%BCr%C3%BCn%C3%BC%20olan,Hindistan'%C4%B1n%20resmi%20kaynaklar%C4%B1ndan%20ula%C5%9F%C4%B1lm%C4%B1%C5%9Ft%C4%B1r. Satrancın hikayesi

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

SEWOL FACİASI

     16 Nisan 2014 saat 07:30 Güney Kore’de Sewol feribotu ağırlıkta lise öğrencileriyle beraber toplamda 476 kişiyi taşıyordu. Üçüncü kaptan Park Han-kyul ve  dümenci  yani ikinci kaptan Cho Joon-ki dümendeydi. Geminin Maenggol Kanalı'na  girmesine yaklaşık 4 km kalmıştı. Saat 08:20 Üçüncü kaptan,   ikinci kaptana direksiyon sisteminin otomatik pilottan manuel direksiyona geçirmesini söyledi. Çünkü Maenggol Kanalı, bir gemiyi içinden geçirirken aşırı dikkatli olmayı gerektiren güçlü sualtı akıntılarına sahipti. Olay anında koşullar sakindi ve Sewol sıklıkla kullanılan bir rotayı izliyordu. Kanalın farklı bölgeleri sığ suları gibi tehlikelerle doluyken feribotun yolunda şimdilik böyle zorluklar yoktu. Kimilerine göre   ikinci kaptan bu yolu aşmak için yeterinde iyi ve deneyim sahibi değildi. Ancak Kore deniz güvenliği mahkemesi’nin soruşturma raporlarına göre aynı kaptanın farklı gemide birden çok kez bu kanaldan geçtiği belirtiliyordu. Peki gemi kanala yaklaştığı zaman, ik

Süpersonik ses dalgalarıyla orman yangınları sondürülebilir mi?

Ateş pek çok kültürde kutsal sayılır; ışığının beden, ısısının ise ruhu olduğu düşünülürdü. Kimi uygarlıklar ateşe tapındılar. Zerdüştler ateşe, aydınlığa bakılarak ibadet ederler. Çünkü aydınlığın Tanrıları Ahura Mazda’nın fiziksel temsili olduğuna inanırlar. Ortodokslar kutsal Cumartesi günü Kudüs’teki Yeniden Diriliş kilisesinde mucizevi şekilde beliren bir aleve tanık olmak için toplanır. Baharın gelişinde Nevruz ateşi yakılır ve üstünden atlanır. Peki bu ateş nasıl oluşur? Ateşin oluşması için yanabilen bir maddenin tutuşma sıcaklığında oksijen ile temas etmesi gerekir. Yakıt ve oksijen sürekli temas halindeyse yanma sürekli olur. Alevin sönmesi de oksijenin ya da yakıtın yok edilmesi veya sıcaklığın düşürülmesi ile mümkündür. Bir orman yangınının sönmesi için birkaç yöntemimiz vardır. Bunlardan birisi yakıtın tükenmesini beklemektir. Yani tüm orman yok olduğunda yangın sönecektir. Başka bir yöntem ateşin hava ile temasını kesmektir. Bunu da ateşin üzerine su dökerek yapabil

NASA Okyanusları Keşfetmeyi Neden Bıraktı? | Eski haritalardaki canavarlar

     Dünyamızın yüzde 70’i sularla kaplıdır. Kalan %30 luk kısmın yaklaşık %30’u çöl %11’i buz %24’ü ise dağlıktır. Bu durumda insanların Dünya üzerinde normal şartlarda yerleşebileceği yaklaşık %10 alan vardır. Antarktika hariç Dünya’nın neredeyse tüm kıta yüzeyi araştırılmış olsa da okyanuslarımızın sadece %5 lik kısmı keşfedildi ve haritalandı. Bu da demek oluyor ki okyanusların %95i tamamen bilinmezlikten ibaret. Bilinmeyen şeyler genellikle ilgi çekicidir. Çünkü bilinmeyen boşluğu doldurmak insanın hayaline kalmıştır. Okyanusların bu bilinmeyen boşluğunda dans eden deniz kızlarını da hayal edebilirsiniz, devasa bir canavar balina da hayal edebilirsiniz. Büyük keşifler çağı olarak bilinen 1500 lü yıllarda denizciler bilinmeyen sulara yelken açıyorlardı. Bu uçsuz bucaksız sulara yelken açmak o dönemler için cesaret isteyen bir işti. Çünkü bu günkü gibi iletişim imkanlarının olmaması bir yana okyanusların derinliklerinde yaşayan bir canavarla karşılaşabileceklerini düşünürlerdi